Zaman öylesine çabuk geçiyor ki, artık “bir an önce şu zaman geçip gitsin artık, büyümek istiyorum!” dediğim vakitlerle mesafeyi oldukça açtığımı hissediyorum. Bir tren yolculuğu anlatacağım size.
İlk yolculuklarıma gidiyor aklım; Pek çoğunuzun belki hiç görmediği, bazılarının eski resim, film veya müzelerde gözüne çarptığı, adını lokomotifinin renginden alan “kara tren”i görüyorum küçüklüğümün aklımda kalan bir kaç anından birinde. İstanbul’un şehir içinden geçen güzergahında, yarın belki onu da hatırlayamayacağımız Haydarpaşa’dan kalkan ve uzaklara giden kara tren yolculuğu.
Zamanda Yolculuğa Gerek Yoktu Dumanlı Tren Yolculuğu Vardı
Çocukluğumun hatırlayabildiğim ilk anlarında zor bir telaffuzla “dumanlı tren” ismiyle andığım ve o döneme ait en yakınımdan geçen bir yolculuk makinesiydi bu tren. Zamanda yolculuğa hiç ama hiç gerek yoktu. Çünkü zaten “dumanlı tren yolculuğu” farklı zamanlardan gelmiş gibiydi.
Kompartmanında otururken, yeşil kartondan yapılmış ve soğuk damgalı biletlerini devletin en üst düzey görevlilerinden biri sandığım kondüktöre ben uzatırdım. Belki de bu işi üstlenmek o dönemlerde yolculuğa çıkmanın hazzıydı benim için. Ciddiyetinden ödün vermeyen görevlinin yüzüne boş ve anlamsız bir ifadeyle bakardım. Acaba yaptığım işin büyüklüğü ve doğruluğu(!) ile ilgili birşeyler söyleyecek mi diye beklerdim! Ama görevli, kapıyı kapatır ve görevine devam ederdi her zaman olduğu gibi! “Acaba bizim kompartmandan çıkınca ne yapıyor?” sorularıma cevap bulamadan çekip giderdi.
O Trende Camdan Bakmak
Camdan başımı çıkartmak için fırsat kolladığım, ancak pek çok defasında annem tarafından “Camdan sarkma, çıkarma başını, kapa pencereyi” benzeri kelimelerle engellenen girişimlerimi hatırlıyorum bir de! Ne keyifli bir andı o pencereden başımı çıkartıp, kimi zaman masmavi denize kimi zaman da alabildiğine uzanan yeşilliğe bakmak.
Trenin hızı ve rüzgarın etkisi ile gözlerim yaşarıyordu etrafı seyrederken. Sanırım rüzgarlara dayanıksızdım o zamanlar. “Hız” ise tamamen başka ölçümlerden ibaretti o yıllarda. Önde giden lokomotif öylesine bir duman salıyordu ki, çok uzaklardan bile trenin yaklaştığı veya uzaklaştığı mesafe ölçülebiliyordu.
Camdan bakmanın en kötü tarafı da aslında bu dumandı. Gözlerimin kenarlarına siyah kurumlar kaçıyor, zamana ait kirli olmayan bir “hava kirliliği” kokusu veriyordu.
Bir de tarifeleri vardı bu trenlerin. Zamana karşı seyahat edilmeyen, yavaş yaşanılan ve keyif alınan yıllarda tren yolculuklarının saatlerini takip etmenin amacı sadece “treni kaçırmamak” idi.
Bu tarifelere uyması zorunlu olan yolcularla, istasyona zamanında gelmediğinden hep bekleten “dumanlı tren” yine de bir şekilde buluşuyor ve çok uzaklara gidiyordu. Ya da her yer uzaktı sanki..
Zaman öylesine çabuk geçti ki, Ne anlayabildiğimiz bir “hız” kaldı, ne de camından bakabileceğimiz kara dumanlı trenler. Şimdi bir kaç saatte vardığımız “uzaklara” o yıllarda bir dolu insanla aynı ortamda saatlerce, bazen de günlerce gidiliyordu.
En hızlı seyahat araçlarından olan “dumanlı tren”de pencerenin kenarında otururken “Eskiden insanlar nasıl uzaklara gidiyordu acaba? Ne kadar zor olmalı!” diye düşünürdüm.
Şimdi kara trenlerle nasıl gittiklerini düşündüğüm gibi.
Zaman öyle çabuk geçiyor ki..
Not : Kapak Fotoğrafı nearandfar.net sitesinden alınmıştır.