Böylesine bir ülkenin 12 ay boyunca tercih edilmesi için artık “Ne yapıyoruz biz?” demenin vakti hala gelmedi mi? Yoksa “turizm kurtulur mu? ve devlet teşvik destek versin mi?” diye konuşmaya devam mı edelim?
Turizm Tanıtım
Seyahat anlayışı, özellikle ikinci dünya savaşından sonra geleneksellik ve ihtiyaç anlamlarından sıyrılıp ticari bir boyut kazandığından beri, bundan en iyi şekilde faydalanmak için büyük bir rekabet başladı.
Her ülke kendi tanıtımını daha iyi yapabilmek için gece gündüz çalışmaya başladı. Yıllar geçtikçe sürekli büyüyen dünya turizm pastasından daha iyi bir pay kapmak için ciddi tanıtım faaliyetlerine girişildi.
“Kim daha fazla insana ulaşacak? Ulaştığı o insanları -turiste- çevirecek ve dolayısıyla daha fazla kazanacak” konulu bir mücadele başladı. Bu mücadele ilk başladığında oldukça zevkli idi. Bakir bölgeler hala oldukça fazla ve henüz bundan nemalanmaya çalışan yerel bir halk bulunmadığından herşey sakin görünüyordu. Hatta bu bölgelere “Turizme Hücum” devri yaşatacak olan dışardan göçler de başlamadığından dolayı bu çevrelere, alabildiğine ekonomik masumiyet ve geleneksel değerler hakimdi.
En İyi Benimki!
Aslında her şey “benim ürünüm daha iyi” anlayışıyla bir pazarlama faaliyeti olarak başladı. En iyiyi sunma adına, en iyi olduğu düşünülen yatırımlar yapıldı. Doğal ve masum olan hızla yok edildi ve sonrasında bakıldı ki; dünyayı gezenlerin tercih ettikleri noktaları bir bir yok etmişiz!
Endüstriyel bir seyyah ve seyahat düzeni oluşturulduğunu maalesef çok geç farkettik.
Ya Türkiye’de?
Tabii ki ülkemizde de bu süreç farklı gelişmedi..
Turizmi anlatacak onlarca tanım varken, biz onu ülke insanına anlatmak için yıllarca “Bacasız Sanayi” tanımıyla metalik ve gri bir renge teslim ettik! Böylesi bir tanımdan sonra elbette pozitif enerjisini katacak bir kitle bulmak oldukça uzun zaman alacaktı. Tam olarak öyle de oldu.
Pazarlama daha “genel” yapılıyordu önceleri. Şimdi turizm yapılan bölgeler adeta birer hayaldi. Uzaklardaki insanlar tatillerini, seyahatlerini bölge ismiyle planlıyorlardı. “Bu yaz Güney’e gideceğiz”,”Akdeniz mi Ege mi karar veremedik.” gibi konuşmalarla yapılan planların sonrasında yavaş yavaş önce bölgelerin isimlerini attık. Herşey daha belirgin olmaya başladı. Bodrum, Antalya gibi belirli noktalar ortaya çıkmaya başladı.
Durmadık tabii! Nasıl olsa sis dağılmaya başlamıştı. Ortamı daha da belirginleştirmeye başladık. Planlamalar daha da yerelleşti. Ege ve Akdeniz genellemelerinden Alanya, Side, Belek, Kemer, Gümbet, Turgutreis gibi detaylanlanma haline geldi. Şimdi ise Yalıkavak bir kaç parça, Türkbükü neredeyse Bodrum nüfusuna yakın, Alanya onlarca belde, Side gibi yerler ise merkezden oldukça fazla kilometre uzakta otellerden oluşan gettolar haline geldi. Mahallelerin isimleri artık turizm bölgesi olarak anılmaya başladı!
Yıllardır oralarda oturanların çok farketmedikleri hatta aslında pek de bir şey ifade etmeyen doğal güzellikler, deniz, kum ve coğrafya ile iklimin şans tanıdığı bol güneş için, uzaklardan gelen bunca insanın artan ihtiyaçları farkedildi. Yatacak yer, yiyecek içecek tüketimi ve daha öncesinde yüzüne bakılmayan değerlerin para kazandıracak bir ürün olduklarının ışığını keşfetmek tabii ki uzun sürmedi.
Önce yerel yatırımlar yapıldı. Evler pansiyona, lokantaya çevrildi. Herkes birbirinden fikir alıp para kazanma uğruna taklitçiliğe başladı. Her yer bölündü, çitler oluşturuldu, güzellikler ayrıştırıldı. Kazancın giderek artması ve bunlara bir düzen getirilmesi gerektiğinden olsa gerek, siyasi düzende bunu keşfedince büyük hareket sona doğru giden süreci daha da hızlandırdı.
Önce küçük yerel yatırımlar, büyük paraları olan ve bunları ortalığa saçan büyük yerli yatırım gruplarına geçmeye başladı. Sonra her geçen yıl, önceleri bir yolu bile olmadığından gidemediğimiz yerlere yol, su, elektrik gibi “medeniyet(!)” getirilerek turizm bölgesi yapıldı. İlgi öyle artmaya başladı ki; bu defa da bu pastayı yerli yatırımcılara bırakmak istemeyen profesyonel(!) yabancı yatırımcılar geldi.
İştahlar Açılırken
Başlangıçta işletmelerini açarak müşteri bekleyen “zeki” kesim bu işe çok seviniyordu tabii. Yabancı yatırımcılar yabancı tur operatörlerini de çekecek ve çok turist gelecek onlar da çok zengin olacaklardı.
Onların bu gibi hayallere daldığı sıralarda, turizm ismi verilen sektörü devamlı olarak istediği yönlendirmeleri yapabilecek, kendi sistemlerini uygulayabilecek hale getirmeye çalışan büyük sermaye grupları çevrede öbeklenmeye başlamıştı bile.
Ülke pazarlaması çok iyiydi. Her geçen gün gelen turist sayısı arttığı gibi, en iyi turizm yatırımları da yapılıyor ve çok gelişiyorduk! Gelişiyorduk gelişmesine ama aslında önüne geleni yiyen, tüketen, yok eden bir virüs haline geliyor ama ne yazık ki buna önlem almayı bırakın farketmeye bile zaman bulamıyorduk. Çok lezzetli ve keyifliydi her şey! İyice şişmanlıyor her yerde turizm yapıyorduk artık!. Ne kadar da güzeldi..
Bu sırada zaman pek bir çabuk geçti. Bir baktık binalardan oluşan, alternatifi olmayan bir turizme doğru yol almışız. Kendimizi tanıtmak için harcadığımız milyonlarca dolarlık sunumlarda farkketik ki; bir takım bakım onarım tehlikeleri içindeki Aspendos, sarılık geçiren Pamukkale ve üzerinden uydu antenleri yükselen peri bacaları ile helikopterden çektiğimiz Ölüdeniz resimleri dışında çok da başka bir şey kullanamamaya başlamışız.
Betonsuz Turizm Fotoğrafı
Tam bu sırada Antalya, Bodrum gibi turizmin lokomotif bölgelerinde içerisinde bina görünmeyen bir fotoğraf çekmek imkanı kalmadığını farkettik. Bu bölgelere gelen her turist, dünyanın en iyi otellerinin oluşturduğu bina yığınlarının önünde pozlar veriyor ve böylece biz de ülkemizi tanıtıyorduk. Her selfie yeni bir tanıtım demekti nasıl olsa!
Aslında neyi eleştiriyordum ki! Buraya gelene kadar herşey çok güzeldi. Artan turist sayısı da çok önemliydi zaten. Hem istatistik gibi mükemmel bir yalan söyleme veya kendini tatmin aracının daha iyi kullanıldığı kaç sektör var ki şurada?
Önce en iyi tesisler yapıldı, hem tesis hem de ziyaretçi sayısı arttı. Bizim gibi bir turizm pazarlama ülkesinin duayenlerinin elinde bulunan, dünyanın en önemli pazarlama sırlarından(!) olan “olağanüstü pazarlama taktiği” olarak isimlendirebileceğimiz “fiyat düşürme” ile de devrim(!) gerçekleştirilmiş oldu.
Deyim yerindeyse dünyayı buraya getirmeye çalışan kendi şirketlerimiz el değiştirmeye başlayarak, global finans mücadelesine kurban gitti. Sonrası mı ? Sanki bilmiyorsunuz!
Elli yıl sonrası için şimdiden bir şeyler yapılmalı. Bacasız sanayi(!) turizm, çok yakında kendisinin yıllar önce yaşadığı yerlere yapmaya başladığı tahribatı, yok ettiği doğal güzellikleri, kirlettikleri suları ve geri gelmesi imkansız olan bu tarihi dokuların “ah!” seslerini duymaya başlayacak.
Yüzlerce eski otelden meydana gelecek tahrip edilmiş yerler, terkedilmiş tesisler ve yok edilmiş bir sektör ütopya değil. Seyahat alışkanlıklarının bu kadar hızlı değiştiği hiçbir dönem olmadı. Seyahat modelleri de değişiyor ve klasiklere aslında çoktan veda edildi. Çok hızlı davranmazsak sona doğru yaptığımız başlangıç bizi istemediğimiz yerlere hızla götürecek.
Doğaya gelince. Bizlere hayat verene saygı göstermek boynumuzun borcudur. Artık para kazandığımız, huzurla uyuduğumuz, suyunu içtiğimiz, aşını yediğimiz yerlerden gelin bir özür dileyelim.
Böylesine bir ülkenin 12 ay boyunca tercih edilmesi için artık , “Ne yapıyoruz biz?” demenin vakti hala gelmedi mi sizce?