Seyahat günlüğü yazılarımı aktarmaya devam ediyorum. Daha önce yazdığım günlüklerden farklı değiller sanki. Bu defa Madrid’de Puerta del Sol meydanında karaladıklarımı paylaşıyorum. Kendimle kalmak farklı bir şey olsa gerek..
Seyahat günlüğü yazılarından bir başkasına göz atmak isterseniz buradaki linkten ulaşabilirsiniz.
Havuzu çevreleyen taşların üzerine oturdum. Meydanın kalabalıklığı ve şehrin gürültüsü sanki sesi kısılmış bir televizyon tadında. Görüntüler akıp gidiyor. Birkaç küçük detay kısa bir an da olsa ilgimi çektiği an, tam sesini açayım diyorum ama kayboluyor. Öylesine bir ruh hali işte..
Ellerimize tutuşturulan hayatlarımıza sokulan tüm teknolojik aletlerin arasında tek “akıllı” ünvanını taşıyan cihazın küçük kutucuklarla kaplı ekranına düşen havanın tahmin raporunun yanıldığını seyrediyorum. Adı “tahmin” olan birşeye güvenip, herhangi bir işe kalkmak ne kadar doğru diye düşünürken işi daha da zorlaştırıp, bunun maç sonucu tahmin etmek, sayısal loto sonuçlarını tahmin etmek ile farkını yorumlayacak verilerle donatılmalarına bağlayıp dağıtıyorum düşüncemin üstündeki bulutları.
Güneşin hafifçe yüzünü gösterme isteğine, sanki bunu planlayarak bir araya gelmiş bir bulut topluluğu koşarcasına onun önünü kapatarak cevap veriyor. Onları seyrederken huzuru duyuyorum. Kaynağını aramadığım ama ihtiyacımın olduğunu en fazla hissettiğim dönemlerin huzurunu.
Meydandaki iki havuzdan birinin etrafını kaplayan, araları boşluklarla dolu taşların oluşturduğu kaldırım boyundaki yükseltide otururken seslerini duyamadığım, ya da belki de özellikle kıstığım, duymak istemediğim onlarca insana bakıyorum. Sağımda ve solumda sanki burada yer bulmanın büyük bir uğraş gerektirdiği ve bu nedenle “bulmuşken daha uzun süre oturmalıyım” düşüncesinde görüntü veren kalabalıklar, gittikçe aralara girenlerle daha bir sıkışıyor ve her araya sıkışan iyiden iyiye daha da yayılarak oturmaya başlıyor.
Kendimle Kalmak
Uzun zaman olmuş kendimle kalmayalı. Yalnız kalmak gibi bir şey değil bu. “Kendinle kalmak – kendimle kalmak” farklı zamanlarda ortaya çıkan özel bir durum!
Kişinin kendine randevu verebilmesi, kendiyle buluşması, beraberce hiç birşey konuşmadan oturması, kendinle daha bir yakınlaşması, yavaşça dinginleşmesi ve sıfıra doğru varması çok kolay bir şey değil.
Biliyor musun aslında “yalnız kalmak” en kolay olanı.. Ama ya kendinle birlikte kalabilmek?
Uzun uzun oturduk taşın üzerinde, kendimle!
Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama bıçak açmadı ağzımızı. Kendim ve ben, o büyük meydanda kalabalığın sessizliğinde öylece etrafa bakıp durduk. Öylesine hızlı adımlarla gelmiştim ki buraya, sanki beni bekleyen biri varmış ve ben randevuma gecikmişim hisleriyle koştura koştura daldım meydan kalabalığına. Oysa ki, kendim ve ben vardık sadece!
Neyin acelesini yaptığımı anlamadan kendimle göz göze gelip boş bakışlarla birbirimizi süzdük. Günlük yaşama kattığımız ama aslında bir anlamı olmayan ve adına “hız” denilen uyuşturucunun etkisinin geçmesi, düşünmemize bir anlık fırsat verdi. Belki yalnız olsam farketmeyeceğim bu an, ancak kendimle birlikteyken düşündürdü beni.
Taşların üzerine oturmadan karşıda bulunan kafeden aldığım ve bir plastik bardağın içinde sunulmasından nefret ettiğim için termosuma boşalttığım kahvemden bir yudum aldım, “kendime” baktığımı hissettirmemeye çalışarak. O da, ben de, çaktırmadan arada birbirimizi kessek de, gözlerimizi ayırmadan karşıya bakıyorduk. Sessizliği istediğimizi farkettim o an. Sanırım o da aynı şeyleri hissediyordu. Konuşmadan ve hatta daha da susarak sessizliğe çöktük kaldık. Aradığımızın aslında biraz dinginlik, biraz sakinlik ve boş vermişlik olduğunu, kendimle aramdaki kavganın hiçbir anlamını hatırlamayarak bir süre daha sustuk. Huzurlu bir zamanın, belki de o anın getirdiği zamansızlığının farkına varmaya çalışarak.
Kalabalık ve Ben
Meydanın artan kalabalıklığında sessizce oturup, yolculuğa neden olan duygunun ve “olma hali”nin verdiği huzurun kokusunu hissetmeye başladık. Yavaşça çevrenin sesini açıp, yaşam kanalındakilerin yokluğumuzun farkına varmalarına fırsat vermeden bir nefes daha çektik huzurdan.
Oturduğum yerin arkasındaki havuzun fıskiyesinden gelen su seslerini duydum ilk olarak. Elinde gitarıyla İspanyolca şarkılar söyleyen adamın sesi karışıyordu meydandaki uğultuya. Şehir yaşamaya devam ediyordu ve kimseler farketmemişti yokluğumuzu.
Bir an düşündüm. Acaba gerçekten olmasaydık farkedebilecekler miydi?
Güzel günlerin başlangıcında kendimle geçirdiğim birkaç zaman dilimi iyi gelmişti sanki. Bir yerlerden belli belirsiz gelen huzurun kokusu, gerçeğin ta kendisiydi.
Ayağa kalktım, kendimle bir olarak. Yine birdik, beraberdik ve barışmıştık sanki. Sonra.. Sonra yola koyuldum. Yalnız gibi görünüp yalnız olmadan..
Puerta del sol / Madrid
İmrendiğim yolculuklara birde tarzınızı eklediniz sevgili Erkut bey. Ne kadar da güzel anlatmışsınız. Kendinle barışmanın hikayesi. Günlüğün diğer bölümleride gelecek anladığım kadarıyla. Teşekkürler.
Yolculuklar, hele ki yalnız olanları kendinle kalmak, barışmak için kaçırılmaz fırsatlar. Teşekkürler yorumunuz için. Devamı gelecek elbet..
Biraz daha uzun olsa Sait Faik öykü ödülü bile alabilirdi bu yazı, hakikaten edebi yönden çok kuvvetli geldi bana. Diğerlerini de okumak dileğiyle…
Yorumunuz ve nazik düşünceleriniz için çok teşekkürler Mehmet Bey.