Bu sabah Granada’da uyandım. Hava mis gibi. Sakin bir gün olacakmış hissi ile kaldığım misafirhane / otel benzeri mekanda eşyalarımı topladım. İçimde günlerdir Endülüs topraklarında olmanın muazzam dinginliği ile tek planım, önce bir kahve içmek ve yanında Pan con Tomato ile sabah kahvaltısı yapmak. Kahvaltıdan sonra ise Granada Tren garına gidip Sevilla’ya gideceğim trene binmek. Sonrası mı? Sonrasında Sevilla Gezisi başlıyor..
Sevilla Gezisi Başlıyor
Granada’da tadı damağımda kalan günlerin ardından gelen bu sakin günde, Sevilla’ya doğru yola çıkarken bir başka heyecan izleri bulmaya çalışıyorum kendimce.
Madrid sonrası sırasıyla Toledo, Cordoba ve Granada’da geçen günler beni Endülüs’e fazlasıyla alıştırdı. Havası, suyu, insanları pek bir tanıdık gelen bu topraklarda şimdi Sevilla gezisi zamanı.
Endülüs Gezisinden Hangi Birini Anlatsam?
İspanya’nın güneyine doğru indikçe aklımda kalanların sayısıyla baş edemiyorum. Bir tarafı Akdeniz bir tarafı Atlantik okyanusuna dayanan, kaşiflerin ilk yola çıktıkları, olağanüstü gezi ve coğrafi keşiflere ilham olan bu topraklarda hissetiklerimi anlatmam bile kimi zaman boş geliyor bana. Hangi birini anlatsam ki?
Mağribi anıtlardan mı bahsetsem, hikayelerini mi anlatsam yoksa Sierra Nevada dağı’nın karlı tepelerini mi betimlesem? Ya da belki pencereleri sarı çerçeveli beyaz badanalı evlerini anlatırım Cordoba’nın. Ama sadece gördüklerimi anlatsam, bu defa da Tapas lezzetlerinden ne zaman bahsedeceğim? Ya da bu coğrafyada yetişen üzümlerden yapılan nefis şaraplardan? Peki kulağımdan hiç gitmeyen Flamenko ezgileri ne olacak o zaman? Bu sarayları, Elhamra’nın su yollarını, anıtları nasıl tanımlayacağım?
Kafam karma karışık, aklım bulanık, zihnim bu toprakların hikayelerini almıyor gibi sanki.
Endülüs..
Ben Sevilla’ya doğru yola çıkıyorum. Okumayı sürdürürseniz birlikte gezmeye devam ederiz.
Sevilla Gezisi başlı başına farklı bir hikaye..
Hikayenin başlangıcında yine o ünlü Guadalquivir var. Hatırladınız sanırım.. Evet evet işte o su yolu. En büyük yolculukların başlangıç noktası olan ünlü nehir. Ama benim Guadalquivir nehri kıyısına kadar gidebilmem için önce Sevilla’ya varmam gerekiyor.
Granada’dan Tren İle Sevilla’ya Nasıl Gidilir?
Granada’dan bindiğim tren yolculuğu, bundan önce yaptığım yolculuklardan farklı olmadı. Granada tren istasyonundan bindiğim Renfe treninden, yaklaşık üç saat sonra Sevilla Santa Justa istasyonunda indim. Yol boyunca uçsuz bucaksız Endülüs ovaları ve yeşil örtüsünü izleyip, trenin geçtiği küçük kasabaları seyrettim.
Santa Justa büyük bir istasyon. Zaten Sevilla’da Endülüs’ün en büyük kenti. Aynı zamanda Endülüs bölgesinin de başkenti olan Sevilla’ya eğer tren ile geliyorsanız Santa Justa’ya inmeniz büyük bir olasılık. Büyük olasılık diyorum çünkü Sevilla’da Santa Justa dışında San Bernardo ve Vırgen Del Rocio isimli iki ana istasyon daha var. Nereden geldiğiniz, nereye gideceğiniz ve hangi treni kullandığınız da önemli.
Sevilla Santa Justa tren istasyonuna indiğimde öylece bir kaç dakika bakakaldım. İçimde inanılmaz bir keyif, huzur ve minnet duygusu hissetmeye başladım. Bir türlü yolumu düşüremediğim ama hep gelmek istediğim Sevilla’daydım artık.
Sevilla için sadece Endülüs’ün başkenti demek, Sevilla’ya oldukça büyük bir haksızlık. Çünkü tarihinin, sanatının ve kültürünün zenginliği kadar İspanyol hikayelerinin de adeta vücut bulmuş hali diyebiliriz Sevilla’ya.
Sevilla’nın Öyle Çok Hikayesi Var ki!
Sevilla’nın başka türlü bir havası var. Neden mi? Çünkü buranın öyle çok hikayesi var ki. Hangi birini aklınıza getireceğinizi şaşırıyorsunuz.
Burası güzel ve ateşli Carmen’in şehri. Burası çapkın Don Juan’ın kenti. Burası Sevil berberi’nin hikayesine, Figaro’nun öyküsüne konu olan şehir. Flamenko’nun doğduğu, Sevillana denilen dansın sokakları renklendirdiği kent burası. Kaşiflerin denize açıldığı Guadalquivir’ın kıyısı burası.
Sevilla hikayeleriyle, melodileriyle beni tutup bırakmayacak gibi bir şehir. Günlerdir Endülüs’deyim ve yine kısa bir yolculuk sonrası kendimi bir şehre karıştırmak için hazırım ve bir o kadar da heyecanlıyım.
Sevilla’da Nerede Kalınır?
Durakladığım noktada, yere bıraktığım sırt çantamı aldığım gibi kapıdan dışarı çıktım. Booking.com üzerinden yaptığım rezervasyon Endülüs turunda kalacağım en pahalı otel oldu. Bunda Sevilla’da kalacağım tarihlerin bir festivale ve fuara denk gelmesinin de payı elbette büyük oldu. Ama zaten festivale denk getirmek için öyle çok uğraşmıştım ki, bunun da bir bedeli olacaktı elbette.
Sevilla’da kalacağım otel, merkezi bir konumda. Torre del Oro yani günümüzde küçük bir denizcilik müzesine ev sahipliği yapan Altın Kule’ye bir kaç adım mesafede. Guadalquivir nehrinin hemen kıyısında.
Bu defa otele uzak olmadığımdan ve gezimin sonuna doğru gelmemden dolayı yerel ulaşım araçlarıyla zaman kaybetmeden hemen kapı önünde bulunan taksilerden birine bindim. Artık bana ağır gelmeye başlayan çantamı bagaja atıp, İspanyol taksiciye oteli tarif ettim ve kısa bir süre otelin önünde araçtan indim. Taksi ücreti 8 Euro tuttu. Yolun kenarından otele dışardan bir bakıp içeriye girdim. Eşyalarımı bırakıp, Sevilla ile kucaklaşmak istiyordum artık.
Merhaba Sevilla, İşte Geldim Sonunda!
Madrid ve diğer Endülüs şehirlerinden sonra Sevilla’da ilk hissettiğim şey havanın müthiş sıcaklığı oldu. Gerçek anlamda yüzüme vuran sıcak bir hava anında farkettirdi kendini. Ama yine de eşyalarımı bırakıp hafiflediğimden mi, yoksa havanın sıcaklığından mı, ya da kentin dokusundan mı anlayamadığım bir huzur ve sakinlik beni mutlu etmeye yetti.
Madem hava sıcak ve onca yol geldim, neler yapacağımı düşünüp planlamadan önce biraz dinginlik ve serinleme zamanı verdim kendime. İlk gördüğüm kafe bar benim Sevilla’da ilk oturduğum yer oldu. Soğuk birşeyler içip, kaç gün kalacağımı bile kesinleştirmediğim bir kenti dinleme zamanı.
Anlatacak çok şey var..